SlideShare une entreprise Scribd logo
1  sur  18
Hikaye Defteri
ÖNYARGI Uzaklarda bir köyde, kocası, çocuğu doğmadan ölmüş, tek başına yaşayan hamile bir kadın kendisine arkadaş olması açısından dağda yaralı olarak bulduğu bir gelinciği evinde beslemeye baslar.                                                          Gelincik kadının yanından bir an bile ayrılmaz. Her ne  kadar evcil bir hayvan olmasa da, oldukça uysallaşır.                        Birkaç ay sonra kadının çocuğu doğar.                                                          Tek başına tüm zorluklara göğüs germek ve  yavrusuna bakmak zorundadır. Günler geçer ve kadın bir gün birkaç dakikalığına da olsa evden ayrılmak ve yavrusunu evde bırakmak zorunda kalır. Gelincikle bebek evde yalnız kalmışlardır. Aradan biraz zaman geçer ve anne eve gelir. Gelinciği ve kanlı ağzını görür. Anne çıldırmışçasına gelinciğe saldırır ve oracıkta öldürür hayvanı. Tam o sırada içerdeki odadan bir bebek sesi duyulur. Anne odaya yönelir... Ve odada beşiğin içindeki bebeği ve bebeğin yanında duran parçalanmış yılanı görür. Einstein’ in bir sözü vardır; “ İnsanlardaki önyargıyı parçalamak, atomu parçalamaktan çok daha zor.”
                    BABALAR EVLATLARINA NE BIRAKIR?                                                    Şerif İzgören anlatıyor: “Bir toplantıya gideceğim. Baktım geç kalma ihtimalim  var, bindimbir taksiye, muhabbetçi bir arkadaş. O anlatıyor ben dinliyorum. Tam işyerinin önüne geldik. Ankara’da Bakanlıklar… Diyelim ki, taksi parası 9.75 TL. tuttu, ben 10 TL. uzattım. Hani hepimizin yaşadığı sahne vardır ya, taksici üstünü arıyormuş gibi yapar, siz de para üstünü alabilmek için bir ayak dışarıda, inmemek için debelenirsiniz.  Tam o sahne olacak…Şoför, “Para üstü var mı?” diye aranmaya başladı. ,[object Object]
Vaktin var mı ağabey? dedi.
Evet, dedim tek ayağım hala dışarıda…Dörtlülere bastı, trafik dört şerit akıyor, indi araçtan. Önde bir büfe var. Gitti oraya, bir şeyler konuşup geldi. Bana 25 kuruş uzattı. Belli ki para bozdurmuş. - Birader, dedim. 9.75 değil,10.50 yazsa ister miydin 50 kuruş benden? - Ne alacağım ağabey 50 kuruşu… - Peki, niye gittin 25 kuruş için o kadar uğraştın. Üstü kalsın demiştim. Döndü bana, attı kolunu arkaya: - Vaktin var mı ağabey? - Var.
- Çek kapıyı o zaman… Muhabbetçi bir taksici ile karşı karşıyayız. Beş dakika konuştuk. İngiltere’de profesörden, bilmem kiminden eğitimler aldım. O taksicinin 5 dakika da öğrettiklerini, İngiliz hocalar haftalarca verdikleri derslerde öğretemediler. - Ağabey biz Keçiören'de beş kardeşiz. Babam rençberdi benim. Günlük yevmiyeye giderdi; artık inşaat falan bulursa çalışır gelir, o gün iş bulamamışsa biz eve gelişinden, yüzünden anlardık. Durumumuz hiç iyi olmadı. Akşam yer sofrasında yemek yerdik. Yemek bitince babam bize, “Durun kalkmayın” derdi. Önce dua ederdik, sonra babam bize sofrada konuşma yapardı. “Aha!” dedim, “Bizim meslek”, seminerci… Sordum: - Ne anlatırdı baban? - Hayatta nasıl başarılı olunur? O gün inşaata çağırmazlarsa eve para getiremiyor, sonra çocuklara “hayatta nasıl başarılı olunur teknikleri” anlatıyordu. - Babam işe gidince büyük ağabeyimiz onu taklit ederdi, delik bir çorapla pantolonun ceplerini çıkarır, dört kardeşi karşısına alıp, “Dürüst olun, evinize haram lokma sokmayın” diye anlatırken, biz de gülerdik. Annem kızardı, “Babanızla alay etmeyin. O, hem dürüst hem de çalışkandır” derdi. Yan evde iki kardeş var, onların babası zengin. Babaları birahane işletiyordu ve adamda her numara vardı, kumar falan oynatırdı. Bizim, yeni hiç bir şeyimiz olmadı, hep o ikisinin eskilerini kullandık. O amca mahalleden geçerken biz, beş kardeş ayağa kalkardık, çünkü bize bahşiş verirdi. Babam eve gelince ayağa kalkmazdık. Çünkü hediye, para falan hak getire… Ağabey, biz babamı kaybettik. Altı ay içinde yandaki baba da öldü. Yandaki baba, iki çocuğa beş katlı bir apartman, işleyen birahane, dövizler ve araziler bıraktı. Bizim baba ne bıraktı biliyor musunuz? - Ne bıraktı? - Bakkal veresiyesi ve konuşmalarını bıraktı: “Evladım işinizi dürüst yapın, hakkınız olmayan parayı almayın..." falan filan. Ağabey, aradan on beş yıl geçti, diğer iki kardeş cezaevindeler, ne ev kaldı ne birahane. Ailesi dağıldı. Biz beş kardeş, beşimizin Keçiören’de taksi durağında birer taksisi var hepimizin birer ailesi, çoluk çocuğu, hepimizin birer dairesi var. Geçenlerde büyük ağabeyimiz bizi topladı ve dedi ki: “Asıl mirası bizim baba bırakmış.” Hepimiz ağladık. Beş kardeş taksiciliğe başladığımızdan beri, taksimetrenin yazmadığı 10 kuruşu evimize sokmadık. Her şeyimiz var Allah'a şükür… Çok duygulandım, veda ettim, tam ineceğim: - Dur ağabey dur, asıl bomba şimdi. - Nedir bomban? - Nerede oturuyoruz biliyor musun? O iki kardeşin oturduğu beş katlı apartmanı biz aldık. Beş kardeş orada oturuyoruz, dedi. Anladım ki, evladınıza ne araba bırakırsınız, ne ev, ne de başka bir miras. Evlada sadece değer kavramları bırakırsınız. Bakın iki baba da evlatlarına değer kavramları bırakmışlar. 							Ahmet Şerif İZGÖREN
BEN UNUTMADIM Yaşlı bir adam, sabah erken evinden çıktı, yolda ilerlerken, bir bisikletlinin kendisine çarpması ile yere yuvarlandı ve hafif bir şekilde yaralandı. Sokaktan geçenler yaşlı adamı hemen en yakın sağlık birimine ulaştırdılar. Hemşireler, adamcağızın yarasına pansuman yaptı ama biraz beklemesini ve röntgen çekip herhangi bir kırık veya çatlak olup olmadığını da inceleyeceklerini söylediler. Yaşlı adam huzursuzlandı acelesi olduğunu, beklemek istemediğini söyledi. Hemşireler acelesinin sebebini sordular. Yaşlı adam: ,[object Object],giderim. Geç kalmak istemiyorum. -Karınızın, siz gecikince merak edeceğini düşünüyorsunuz  herhalde? Adam: ,[object Object],bile hatırlamıyor. Hemşireler: Madem sizin kim olduğunuzu bilmiyor, neden her gün onunla  kahvaltı yapmak için yine de koşturuyorsunuz? Adam: - Ama ben onun kim olduğunu unutmadım.
SEDEF ÇİÇEKLERİ Yargıç, karşısındaki kadına baktı önce. Seksen yaşlarında bir nine…  Sonra biraz geride, ellerini bağlamış adama… Aynı yaşlarda bir dede. Kadına döndü: "Anlat teyze, neden boşanmak istiyorsun?" Yaşlı kadın, beyaz başörtüsünü sıvazlayıp konuşmaya başladı kısık sesiyle: "Bu herif yetti gayrı, elli yıldır bezdirdi hayattan... Bizim bir sedef çiçeği vardı, çok sevdiğim. O bilmez. 50 yıl önce, onun bana verdiği çiçeklerin arasından, bir daldan kök almış, tohumlamıştım. Yavrumuz olmadı, sedeflerimi çocuk bildim, öyle büyüttüm. Sonra bir gün, kurumaya başladı sedef. O zaman adak adadım. Her sabaha karşı, güneş doğmadan bir tas suyla sulayacağım diye. İyi gelirmiş dediler, sedef çiçeğine. 50 yıl oldu, bu herif bir gece kalkıp da şu çiçeği bir kere de ben sulayayım, demedi. Ta o geceye kadar...  O gece takatim kesilmiş, uyuyakalmışım. Su veremedim çiçeğime. Ben böyle bir adamla 50 yıl geçirdim  işte. Hayatımı, umudumu, her şeyimi verdim... Ondan hiçbir şey göremedim. Bir kerecik                            olsun, benim bildiğimgörevlerden birisini yapmasını bekledim... Onsuz daha iyiyim,  hâkim bey, yeminederim.                                                            Yaşlı adama döndü yargıç: "Bir diyeceğin var mı baba?"                                                    Adam bastonuna abanarak, ağır aksak yürüdü geldi kürsüye, utangaç yüzünü kaldırıp  adalete baktı ve dedi ki: "Askerliğimi reisicumhur köşkünde bahçıvan olarak yaptım. O  koca bahçeyi layıkıyla büyütmek için emek verdim. Fadime'mi de orada tanıdım,  sedefleri de. O bahçe sedef çiçekleri doludur. Kokusu yürek yakar. Zaman zaman  Fadime için topladım sedefleri. Evlendik. Çok olmadı, boynu ağrıdı, hekime götürdüm Fadime'mi. Hekim, kireç var boynunda, çok uzun süre uyanmadan yatarsa sertleşir, kötüleşir, dedi. Her gece uykusunu bölüp kalksın, gezinsin, dedi. Pek dinlemedi bizim hatun. Lafım geçmedi. O günlerde tesadüf, sedef çiçekleri kurudu. Ben de ona, gece sularsan geçer, dedim. Adak dilettim. Her gece onu uyandırdım. Ve seyrettim Fadime'mi. O sevdiğim kadını, yavrusu bildiği çiçekleri sularken seyrettim...  Durdu bir an, yaşlı adam. Mahkeme salonu susmuştu. Bir yaşlı gönülden, bir bahçıvandan duyulması beklenmedik aşk sözlerine, şiire kulak kesilmişti, yargıç, savcı, mübaşir. Soluklanıp devam etti adam: "Her gece, o yattıktan sonra kalktım. Saksıdaki suyu boşalttım. Sedef çiçeği, gece sulanmayı sevmez hâkim bey. O gece ise... Yaşlılık. Ben de uyanamadım. Uyandıramadım. Çiçek susuz dayanırdı da, kadınımın ağrıları azardı. Kendimi suçladım. O suçlayınca, sesimi çıkaramadım..." Ertesi sabah yaşlı çiftin davasını: "Nineyle dede, sedef susuz kalınca boşanmaya kalktılar," diye haber yaptı gazeteler. Ne iddianameye, ne de savunmaya yer verdiler.
BOYAYI MI BEĞENMEDİN BOYACIYI MI? Hep hikmetli konuşan Lokman Hekim’in derisi siyah, dudakları da kalınmış. Değerli sözlerini duyarak hayranı olan biri bir gün bakmış ki hayalinde büyüttüğü Lokman, siyah yüzlü, kalın dudaklı biri. Şaşkınlıkla yüzüne bakarken Lokman Hekim, adamın içinden geçenleri sezmiş olacak ki, şöyle çıkışmış:                                 – Birader, neden öyle şaşkın bakıyorsun? Boyayı mı  beğenemedin, yoksa boyacıyı mı?                                 Sonra da ilave etmiş.                                – Bak, demiş, benim ne yüzümün siyahlığında, ne de dudaklarımın kalınlığında bir tesirim vardır. Onları Yaratan öyle yaratmış, öylesine uygun görmüş. Benim tercihim değil...
ATATÜRK SEVGİSİ Efendim olay otistik çocukların eğitildiği bir okulda geçiyor. Musa Öğretmen çocuklara Atatürk´ü anlatırken, "O ölmedi,                     içimizde yaşıyor." diyor. Aradan bir süre geçiyor,  küçük çocuğun ailesi öğretmene eskiden çok su içen  çocuklarının artık su içmediğinden yakınarak, yardım  talep ediyor. Musa Öğretmen çocuğa neden su  içmediğini soruyor. Çocuğun öğretmenine verdiği yanıt yeri göğü inletecek, gözyaşlarını suya-sele çevirecek bir yanıttır. Küçük çocuk, içinde yaşattığı Atatürk boğulmasın diye su içmemektedir.  Öğrencisini gözyaşlarıyla bağrına basan Musa Öğretmen,  "İstediğin kadar su içebilirsin, Atatürk çok güzel  yüzme biliyordu." deyince hayat normale dönüyor  ve küçük çocuk içinde özenle koruduğu  Atatürk´ünün yüzme bildiğini öğrenince yeniden  su içmeye başlıyor." 			Prof. Dr. Hüdaver COŞKUN
FATİH SULTAN MEHMET’E TERBİYE DERSİ Fatih Sultan Mehmet sınıfta hiç akıllı durmaz, önünde oturan çocuklara kalem batırır, bağırır çağırır hocası Akşemsettin bir şey dediği zaman “Sen bana bir şey diyemezsin. Ben padişahın oğluyum.” diye tehdit ederdi.                                      Akşemsettin artık bu durumdan rahatsız fakat bir o kadar da çaresizdi.  Padişahın karşısına bu konu hakkında gitmekten hayâ ediyordu. Padişaha  çocuğunu şikâyet etmek düşüncesi ona çok ağır geliyordu. Bir gün artık her  şeyi göze alıp padişahın huzuruna çıktı ve olanları ona sıkılarak anlattı. Padişah  durum karşısında bir müddet düşündü ve o müthiş planını Akşemsettin’in  kulağına usulca açıkladı. Aman yarabbi bu ne plandı,  mümkün değildi bu planı  uygulamak. Akşemsettin plan konusundaki rahatsızlığını padişaha ilettiyse de padişah onu dinlemedi ve :“Bu iş olacak!” dedi. Ertesi gün Fatih Sultan Mehmet yine derste yaramazlık yapıyordu. Akşemsettin’in uyarısına yine aynı tehdit cevabını verdiği sırada padişah ansızın kapıyı açıp içeri girdi. Bu olay karşısında Akşemsettin hiddetlenerek padişaha bağırdı ve bir  tokat atarak, bu şekilde sınıfa giremeyeceğini izin istemesi gerektiğini  söyleyerek derhal dışarı çıkmasını istedi. Padişah mahcup bir şekilde boynunu bükerek özür diledi ve dışarı  çıktı. Olaylar karşısında Fatih Sultan Mehmet’in nutku tutulmuş  ne yapacağını şaşırmıştı. Güvendiği babası tokat yemişti. Fatih  Sultan Mehmet allak bullak olmuştu. Az sonra kapı vuruldu ve padişah mahcup bir şekilde içeri  özür dileyerek girdi. Plan muhteşem işlemişti.... O günden sonra Fatih Sultan Mehmet asla yaramazlık yapmadı. Çünkü güvendiği dağlar kar almıştı artık... İşte Akşemsettin’in kulağına fısıldanan muhteşem plan,işte çocuk eğitimi. İşte onlar, işte biz.... Koskoca padişah sırf çocuğunu terbiyesi için gözünü kırpmadan tokat yemeği göze almıştı...
SAKAT KÖPEK VE ÇOCUK  “Satılık Köpek Yavruları” ilanının hemen altında küçük bir çocuğun başı gözüktü ve çocuk dükkân sahibine sordu :  “Köpek yavrularını kaça satıyorsunuz?” Dükkân sahibi : “30 dolarla 50 dolar arasında değişiyor fiyatları.” dedi. “Benim 2 dolar 37 sentim var dedi çocuk. Bir bakabilir miyim yavrulara”. Dükkân sahibi gülümsedikten sonra bir ıslık çaldı ve  köpek kulübesinden beş tane yumak halinde yavru çıktı.  Yavrulardan biri arkadan geliyordu. Küçük çocuk  yürümekte zorluk çeken sakat yavruyu işaret edip sordu:  “Bunun nesi var?”Dükkân sahibi onun kalça çıkığı olduğunu  ve hep sakat kalacağını açıkladı. Küçük çocuk  heyecanlanmıştı. “Ben bu yavruyu satın almak istiyorum.” Dükkân  sahibi: “Hayır o yavruyu satın alman gerekmiyor. Eğer gerçekten istiyorsan o yavruyu sana bedava veririm” Küçük çocuk birden sinirlendi. Dükkan sahibinin gözlerinin içine dik dik bakarak: “Onu bana vermenizi istemiyorum. O da diğer yavrular kadar değerli ve ben fiyatını tam olarak ödeyeceğim. Aslında şimdi size 2 dolar 37 cent vereceğim ve geri kalanını ayda 50 cent ödeyerek tamamlayacağım.” Dükkan sahibi çocuğu ikna etmeye çalıştı:- “Bu köpeği gerçekten satın almak istediğini sanmıyorum. Bu yavru hiçbir zaman diğer yavrular gibi koşup, zıplayamayacak ve seninle oynayamayacak.” Bunun üzerine küçük çocuk eğildi, pantolonunu sıvadı ve büyük bir metal parçasıyla desteklediği sakat bacağını dükkan sahibine göstererek: “Ben de çok iyi koşamıyorum ve bu yavrunun kendisini çok iyi anlayacak bir sahibe gereksinimi var” dedi..
KERTENKELE Japon mimarlarından biri evini baştan aşağı yeniliyordu. Tamirat esnasında söktü...ğü kapılardan birinin duvarla irtibatlı bölümünde, iç kısmında, iki tahta arsında sıkışıp kalmış bir kertenkele buldu. Biraz daha dikkatle bakınca kertenkelenin canlı olduğunu fark etti. Onu oradan kurtarmaya çalışırken bu kez kertenkelenin bir  ayağından du.vara çivilenmiş olduğunu gördü. On yıl önce yapılan eve kapısı takılırken dışarıdan çakılan  bir çivi, o an kapıyla duvar arasında bulunan kertenkelenin  ayağına isabet etmiş olmalı diye düşündü Japon mimar. Peki, nasıl olmuştu da bu kertenkele, bir santim boyu bile  kıpırdayamadığı bu karanlık duvar boşluğunda on yıldır  canlı kalmayı başarmıştı? Mimar, tamirat işlerini bir kenara bırakarak kertenke- leyi izleme ye başlı. Bu kertenkelenin sadece havayla  beslenmediğine göre, bunca yıl yaşamını nasıl sürdürebildiğini merak ediyordu. Bir süre sonra duvar boşluğunda bir hareket oldu. Japon mimar, nereden çıktığını fark edemediği başka bir kertenkelenin geldiğini gördü. Gelen kertenkele, yerinden kıpırdayamayacak halde olana ağzında yiyecek taşıyordu. Bu kertenkele diğerinin belki annesiydi, belki eşi, belki de arkadaşı Kim bilir? Ama bilinene bir şey var ki aralarındaki güçlü sevgi, birinin bıkıp usanmadan diğerini hayatta tutabilmek için ona yiyecek taşımsına neden olmuştu.
E-POSTA Uzun süre işsizlikten sonra, genç adam Microsoft şirketinde temizlikçi olarak işe kabul edilmişti. Personel müdür yardımcısı, işe giriş işlemleri için birkaç belge getirmesi gerektiğini söyleyip ekledi: "Bana e-posta adresinizi verirseniz" dedi. "Size getirmeniz gereken belgelerin listesini gönderirim." Temizlikçi adayı, boynunu büktü: "Benim e-posta adresim yok, efendim" dedi. "Çünkü henüz bir bilgisayarım bile yok." Microsoft yetkilisi bu cevaptan hiç memnun kalmamıştı. "Bir e-posta adresiniz olmadığına göre, Microsoft gibi bir şirkette çalışmaya hak kazanamayacağınızı söylemek zorundayım. Sizi işe almamız mümkün değil!"                                       İş bulma sevincini bir anda yitiren adam, tüm serveti olan on dolarıyla ne  yapacağını kara kara düşünerek Microsoft binasından ayrıldı. Bütün parasıyla  domates satın aldı, sonra da kapı kapı dolaşarak bunları satmaya başladı.  Akşam olduğunda serveti bir kat artmış, cebindeki 10 dolar, 20 dolara çıkmıştı.  Adam bu işi üç gün üst üste yaptıktan sonra servetinin 160 dolara yükseldiğim  görünce, bundan böyle geçimini domates alım satım işinden sağlamaya karar  verdi.  Her sabah, evden biraz daha erken çıkıyor, biraz daha geç dönüyor ve parasını ise her gün bir kat daha artırıyordu. Kısa bir süre sonra işini daha da büyüttü. Önce bir el arabası, daha sonra bir kamyon satın aldı. Aradan beş yıl geçtiğinde, genç iş adamı eyaletin en büyük gıda dağıtım şirketlerinden birini kurmuştu.  Bir gün hem şirketi, hem de kendisini ve ailesini sigortalamaya karar verdi. Sigorta poliçesini hazırlayan acente görevlisi, gerekli kâğıtların doldurulmasından sonra ondan e-posta adresini istedi: "Bize e-posta adresinizi verirseniz, hazırlayacağımız ödeme planını size gönderirim" dedi. Büyük iş adamı omuzlarını kaldırarak cevap verdi: "Benim e-posta adresim yok ki!" Duyduğuna inanamayan sigortacı, başını masanın üstündeki kâğıtlardan kaldırdı ve adama hayran hayran bakarak: "Çok ilginç, e-posta adresiniz olmadığı halde bu kadar büyük bir şirketin sahibisiniz" dedi. "Ya bir de e-posta adresiniz olsaydı? Kim bilir o zaman ne olurdunuz?" Adam, buruk bir gülümsemeyle: "Ben ne olacağımı çok iyi biliyorum" karşılığını verdi, "Microsoft şirketinde temizlikçi!"
AMERİKA'DA ÜNLÜ BİR AVUKATIN KAYBETTİĞİ TEK DAVA Ünlü bir futbolcu karısını öldürmekle suçlanıyordu. Futbolcu yakalanmıştı. Ama karısının cesedi ortada yoktu. Duruşma Amerikan filmlerindeki gibiydi. Futbolcu sanık sandalyesinde oturuyordu. Kucak dolusu parayla tuttuğu avukatı jüriyi ikna etmeye uğraşıyordu: "Sayın jüri üyeleri, müvekkilimin suçsuz olduğuna yürekten  inanıyorum. Buna az sonra sizler de inanacaksınız. Neden mi?  Bakın, şimdi 1' den 10' a kadar sayacağım ve müvekkilimin  öldürdüğü iddia edilen karisi bu kapıdan içeri girecek...  1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10..." Bütün jüri kapıya döndü. Kimse girmedi içeri. Avukat bir savunma  dahisiydi, öldürücü hamlesini yaptı : "Bakın, siz de kadının öldüğüne inanmıyorsunuz. Çünkü hepiniz  içeri girecek diye kapıya baktınız. İşte kararı buna göre vermenizi talep ediyorum." Ancak jüri ünlü futbolcuyu suçlu bulduğunu bildirdi ve dava bu şekilde sonuçlandı. Mahkeme çıkışında avukat, bayan jüri başkanına yaklaştı: "10' a kadar saydığımda siz de diğer üyeler gibi kapıya bakmıştınız. Neden böyle bir karara imza attınız?" "Doğru" dedi jüri başkanı; "Ben de kapıya baktım, ama müvekkiliniz kapıya bakmıyordu!.."
RAHATSIZ MI ETTİM OĞLUM? Evin telefonu sabaha karşı üç buçukta çaldı..Uyku sersemi adam telefonu açtı.Telefondaki ses annesine aitti. Telaşlandı, korktu başlarına bir şey mi gelmişti acaba diye endişelendi. Annesi “Nasılsın oğlum, iyi misin?' diye sordu. Oğlu şaşkın bir ifadeyle 'iyiyim anne  hayırdır bir şey mi oldu? Siz iyi misiniz?'  dedi. Annesi 'Biz iyiyiz bir şeyimiz yok.  Sadece sesini duymak istedim.' dedi.Oğlu da 'Anne bunun için mi aradın! Saat  sabahın üç buçuğu yarın da konuşabilirdik'  deyince,  annesi de: 'Rahatsız mı ettim oğlum?' dedi.Oğlu: 'Evet anne rahatsız ettin!' diyerek hiddetli bir şekilde cevap verdi. Bunun üzerine annesi; '25 Sene önce sen de beni bu saatte rahatsız etmiştin oğlum,“Doğum günün kutlu olsun!” der.. Telefonu kapatır.
HUYSUZ HASTA      Dr. Paul Ruskin, öğrencilerine yaşlanmanın psikolojik belirtilerini öğretirken onlara şu olayı okur:     “Hasta ne konuşuyor, ne de söylenenleri anlıyor. Bazen saatlerce anlaşılmaz şeyler geveliyor. Zaman, yer ya da  kişi kavramı yok. Yalnız, nasıl oluyorsa, kendi adı  söylendiğinde tepki veriyor. Son altı aydır onun  yanındayım, ne görünüşü için bir çaba sarf ediyor ne de bakım yapılırken yardımcı oluyor. Onu hep başkaları  besliyor, yıkıyor ve giydiriyor. Dişleri yok, sacları yok,  yiyeceklerin püre halinde verilmesi gerekiyor. Gömleği salyalarından dolayı sürekli leke içinde. Yürümüyor. Uykusu sürekli düzensiz. Gece yarısı uyanıp çığlıklarıyla herkesi uyandırıyor. Çoğu zaman mutlu ve sevecen, fakat bazen ortada bir sebep yokken sinirleniyor. Biri gelip onu yatıştırana kadar da feryat figan bağırıyor.” Bu olayı okuduktan sonra, Ruskin öğrencilerine böyle birinin bakımını üstlenmek isteyip istemediklerini sorar. Öğrenciler bunu yapamayacaklarını söylerler. Ruskin, kendisinin bunu büyük bir zevkle yaptığını ve onların da yapması gerektiğini söyleyince öğrenciler şaşırırlar. Daha sonra Ruskin hastanın fotoğrafını dolaştırmaya başlar. Fotoğraftaki doktorun 1 yasındaki küçük kızıdır ve çok tatlıdır.
MECNUN İLE NAMAZ KILAN FANİ       Bir gün Mecnun çölde Leyla'yı düşünerek gezerken ; namaz kılan bir faninin önünden geçer...Namazı bitirdikten sonra fani:                                                      - Ey Mecnun beni görmüyor musun                                                    da namaz kılarken önümden                                                    geçiyorsun?                                                        Mecnun:    - Ey fani ben Leyla'yı düşünürken Seni görmedim, sen Mevla'yı düşünürken beni nasıl gördün?

Contenu connexe

Plus de ysariipek

Karikatürler
KarikatürlerKarikatürler
Karikatürlerysariipek
 
Fatmanur resim sergisi
Fatmanur resim sergisiFatmanur resim sergisi
Fatmanur resim sergisiysariipek
 
Direkli i̇lköğretim okulu fotoğraf arşivi (nostalji)
Direkli i̇lköğretim okulu fotoğraf arşivi (nostalji)Direkli i̇lköğretim okulu fotoğraf arşivi (nostalji)
Direkli i̇lköğretim okulu fotoğraf arşivi (nostalji)ysariipek
 
Ordu gölköy direkli beldesi fotoğrafları
Ordu gölköy direkli beldesi fotoğraflarıOrdu gölköy direkli beldesi fotoğrafları
Ordu gölköy direkli beldesi fotoğraflarıysariipek
 
23 nisan provaları 2011
23 nisan provaları 201123 nisan provaları 2011
23 nisan provaları 2011ysariipek
 
Veli ziyaretleri
Veli ziyaretleriVeli ziyaretleri
Veli ziyaretleriysariipek
 

Plus de ysariipek (6)

Karikatürler
KarikatürlerKarikatürler
Karikatürler
 
Fatmanur resim sergisi
Fatmanur resim sergisiFatmanur resim sergisi
Fatmanur resim sergisi
 
Direkli i̇lköğretim okulu fotoğraf arşivi (nostalji)
Direkli i̇lköğretim okulu fotoğraf arşivi (nostalji)Direkli i̇lköğretim okulu fotoğraf arşivi (nostalji)
Direkli i̇lköğretim okulu fotoğraf arşivi (nostalji)
 
Ordu gölköy direkli beldesi fotoğrafları
Ordu gölköy direkli beldesi fotoğraflarıOrdu gölköy direkli beldesi fotoğrafları
Ordu gölköy direkli beldesi fotoğrafları
 
23 nisan provaları 2011
23 nisan provaları 201123 nisan provaları 2011
23 nisan provaları 2011
 
Veli ziyaretleri
Veli ziyaretleriVeli ziyaretleri
Veli ziyaretleri
 

Hikaye defteri

  • 2. ÖNYARGI Uzaklarda bir köyde, kocası, çocuğu doğmadan ölmüş, tek başına yaşayan hamile bir kadın kendisine arkadaş olması açısından dağda yaralı olarak bulduğu bir gelinciği evinde beslemeye baslar. Gelincik kadının yanından bir an bile ayrılmaz. Her ne kadar evcil bir hayvan olmasa da, oldukça uysallaşır. Birkaç ay sonra kadının çocuğu doğar. Tek başına tüm zorluklara göğüs germek ve yavrusuna bakmak zorundadır. Günler geçer ve kadın bir gün birkaç dakikalığına da olsa evden ayrılmak ve yavrusunu evde bırakmak zorunda kalır. Gelincikle bebek evde yalnız kalmışlardır. Aradan biraz zaman geçer ve anne eve gelir. Gelinciği ve kanlı ağzını görür. Anne çıldırmışçasına gelinciğe saldırır ve oracıkta öldürür hayvanı. Tam o sırada içerdeki odadan bir bebek sesi duyulur. Anne odaya yönelir... Ve odada beşiğin içindeki bebeği ve bebeğin yanında duran parçalanmış yılanı görür. Einstein’ in bir sözü vardır; “ İnsanlardaki önyargıyı parçalamak, atomu parçalamaktan çok daha zor.”
  • 3.
  • 4. Vaktin var mı ağabey? dedi.
  • 5. Evet, dedim tek ayağım hala dışarıda…Dörtlülere bastı, trafik dört şerit akıyor, indi araçtan. Önde bir büfe var. Gitti oraya, bir şeyler konuşup geldi. Bana 25 kuruş uzattı. Belli ki para bozdurmuş. - Birader, dedim. 9.75 değil,10.50 yazsa ister miydin 50 kuruş benden? - Ne alacağım ağabey 50 kuruşu… - Peki, niye gittin 25 kuruş için o kadar uğraştın. Üstü kalsın demiştim. Döndü bana, attı kolunu arkaya: - Vaktin var mı ağabey? - Var.
  • 6. - Çek kapıyı o zaman… Muhabbetçi bir taksici ile karşı karşıyayız. Beş dakika konuştuk. İngiltere’de profesörden, bilmem kiminden eğitimler aldım. O taksicinin 5 dakika da öğrettiklerini, İngiliz hocalar haftalarca verdikleri derslerde öğretemediler. - Ağabey biz Keçiören'de beş kardeşiz. Babam rençberdi benim. Günlük yevmiyeye giderdi; artık inşaat falan bulursa çalışır gelir, o gün iş bulamamışsa biz eve gelişinden, yüzünden anlardık. Durumumuz hiç iyi olmadı. Akşam yer sofrasında yemek yerdik. Yemek bitince babam bize, “Durun kalkmayın” derdi. Önce dua ederdik, sonra babam bize sofrada konuşma yapardı. “Aha!” dedim, “Bizim meslek”, seminerci… Sordum: - Ne anlatırdı baban? - Hayatta nasıl başarılı olunur? O gün inşaata çağırmazlarsa eve para getiremiyor, sonra çocuklara “hayatta nasıl başarılı olunur teknikleri” anlatıyordu. - Babam işe gidince büyük ağabeyimiz onu taklit ederdi, delik bir çorapla pantolonun ceplerini çıkarır, dört kardeşi karşısına alıp, “Dürüst olun, evinize haram lokma sokmayın” diye anlatırken, biz de gülerdik. Annem kızardı, “Babanızla alay etmeyin. O, hem dürüst hem de çalışkandır” derdi. Yan evde iki kardeş var, onların babası zengin. Babaları birahane işletiyordu ve adamda her numara vardı, kumar falan oynatırdı. Bizim, yeni hiç bir şeyimiz olmadı, hep o ikisinin eskilerini kullandık. O amca mahalleden geçerken biz, beş kardeş ayağa kalkardık, çünkü bize bahşiş verirdi. Babam eve gelince ayağa kalkmazdık. Çünkü hediye, para falan hak getire… Ağabey, biz babamı kaybettik. Altı ay içinde yandaki baba da öldü. Yandaki baba, iki çocuğa beş katlı bir apartman, işleyen birahane, dövizler ve araziler bıraktı. Bizim baba ne bıraktı biliyor musunuz? - Ne bıraktı? - Bakkal veresiyesi ve konuşmalarını bıraktı: “Evladım işinizi dürüst yapın, hakkınız olmayan parayı almayın..." falan filan. Ağabey, aradan on beş yıl geçti, diğer iki kardeş cezaevindeler, ne ev kaldı ne birahane. Ailesi dağıldı. Biz beş kardeş, beşimizin Keçiören’de taksi durağında birer taksisi var hepimizin birer ailesi, çoluk çocuğu, hepimizin birer dairesi var. Geçenlerde büyük ağabeyimiz bizi topladı ve dedi ki: “Asıl mirası bizim baba bırakmış.” Hepimiz ağladık. Beş kardeş taksiciliğe başladığımızdan beri, taksimetrenin yazmadığı 10 kuruşu evimize sokmadık. Her şeyimiz var Allah'a şükür… Çok duygulandım, veda ettim, tam ineceğim: - Dur ağabey dur, asıl bomba şimdi. - Nedir bomban? - Nerede oturuyoruz biliyor musun? O iki kardeşin oturduğu beş katlı apartmanı biz aldık. Beş kardeş orada oturuyoruz, dedi. Anladım ki, evladınıza ne araba bırakırsınız, ne ev, ne de başka bir miras. Evlada sadece değer kavramları bırakırsınız. Bakın iki baba da evlatlarına değer kavramları bırakmışlar. Ahmet Şerif İZGÖREN
  • 7.
  • 8. SEDEF ÇİÇEKLERİ Yargıç, karşısındaki kadına baktı önce. Seksen yaşlarında bir nine… Sonra biraz geride, ellerini bağlamış adama… Aynı yaşlarda bir dede. Kadına döndü: "Anlat teyze, neden boşanmak istiyorsun?" Yaşlı kadın, beyaz başörtüsünü sıvazlayıp konuşmaya başladı kısık sesiyle: "Bu herif yetti gayrı, elli yıldır bezdirdi hayattan... Bizim bir sedef çiçeği vardı, çok sevdiğim. O bilmez. 50 yıl önce, onun bana verdiği çiçeklerin arasından, bir daldan kök almış, tohumlamıştım. Yavrumuz olmadı, sedeflerimi çocuk bildim, öyle büyüttüm. Sonra bir gün, kurumaya başladı sedef. O zaman adak adadım. Her sabaha karşı, güneş doğmadan bir tas suyla sulayacağım diye. İyi gelirmiş dediler, sedef çiçeğine. 50 yıl oldu, bu herif bir gece kalkıp da şu çiçeği bir kere de ben sulayayım, demedi. Ta o geceye kadar... O gece takatim kesilmiş, uyuyakalmışım. Su veremedim çiçeğime. Ben böyle bir adamla 50 yıl geçirdim işte. Hayatımı, umudumu, her şeyimi verdim... Ondan hiçbir şey göremedim. Bir kerecik olsun, benim bildiğimgörevlerden birisini yapmasını bekledim... Onsuz daha iyiyim, hâkim bey, yeminederim. Yaşlı adama döndü yargıç: "Bir diyeceğin var mı baba?" Adam bastonuna abanarak, ağır aksak yürüdü geldi kürsüye, utangaç yüzünü kaldırıp adalete baktı ve dedi ki: "Askerliğimi reisicumhur köşkünde bahçıvan olarak yaptım. O koca bahçeyi layıkıyla büyütmek için emek verdim. Fadime'mi de orada tanıdım, sedefleri de. O bahçe sedef çiçekleri doludur. Kokusu yürek yakar. Zaman zaman Fadime için topladım sedefleri. Evlendik. Çok olmadı, boynu ağrıdı, hekime götürdüm Fadime'mi. Hekim, kireç var boynunda, çok uzun süre uyanmadan yatarsa sertleşir, kötüleşir, dedi. Her gece uykusunu bölüp kalksın, gezinsin, dedi. Pek dinlemedi bizim hatun. Lafım geçmedi. O günlerde tesadüf, sedef çiçekleri kurudu. Ben de ona, gece sularsan geçer, dedim. Adak dilettim. Her gece onu uyandırdım. Ve seyrettim Fadime'mi. O sevdiğim kadını, yavrusu bildiği çiçekleri sularken seyrettim... Durdu bir an, yaşlı adam. Mahkeme salonu susmuştu. Bir yaşlı gönülden, bir bahçıvandan duyulması beklenmedik aşk sözlerine, şiire kulak kesilmişti, yargıç, savcı, mübaşir. Soluklanıp devam etti adam: "Her gece, o yattıktan sonra kalktım. Saksıdaki suyu boşalttım. Sedef çiçeği, gece sulanmayı sevmez hâkim bey. O gece ise... Yaşlılık. Ben de uyanamadım. Uyandıramadım. Çiçek susuz dayanırdı da, kadınımın ağrıları azardı. Kendimi suçladım. O suçlayınca, sesimi çıkaramadım..." Ertesi sabah yaşlı çiftin davasını: "Nineyle dede, sedef susuz kalınca boşanmaya kalktılar," diye haber yaptı gazeteler. Ne iddianameye, ne de savunmaya yer verdiler.
  • 9. BOYAYI MI BEĞENMEDİN BOYACIYI MI? Hep hikmetli konuşan Lokman Hekim’in derisi siyah, dudakları da kalınmış. Değerli sözlerini duyarak hayranı olan biri bir gün bakmış ki hayalinde büyüttüğü Lokman, siyah yüzlü, kalın dudaklı biri. Şaşkınlıkla yüzüne bakarken Lokman Hekim, adamın içinden geçenleri sezmiş olacak ki, şöyle çıkışmış: – Birader, neden öyle şaşkın bakıyorsun? Boyayı mı beğenemedin, yoksa boyacıyı mı? Sonra da ilave etmiş. – Bak, demiş, benim ne yüzümün siyahlığında, ne de dudaklarımın kalınlığında bir tesirim vardır. Onları Yaratan öyle yaratmış, öylesine uygun görmüş. Benim tercihim değil...
  • 10. ATATÜRK SEVGİSİ Efendim olay otistik çocukların eğitildiği bir okulda geçiyor. Musa Öğretmen çocuklara Atatürk´ü anlatırken, "O ölmedi, içimizde yaşıyor." diyor. Aradan bir süre geçiyor, küçük çocuğun ailesi öğretmene eskiden çok su içen çocuklarının artık su içmediğinden yakınarak, yardım talep ediyor. Musa Öğretmen çocuğa neden su içmediğini soruyor. Çocuğun öğretmenine verdiği yanıt yeri göğü inletecek, gözyaşlarını suya-sele çevirecek bir yanıttır. Küçük çocuk, içinde yaşattığı Atatürk boğulmasın diye su içmemektedir. Öğrencisini gözyaşlarıyla bağrına basan Musa Öğretmen, "İstediğin kadar su içebilirsin, Atatürk çok güzel yüzme biliyordu." deyince hayat normale dönüyor ve küçük çocuk içinde özenle koruduğu Atatürk´ünün yüzme bildiğini öğrenince yeniden su içmeye başlıyor." Prof. Dr. Hüdaver COŞKUN
  • 11. FATİH SULTAN MEHMET’E TERBİYE DERSİ Fatih Sultan Mehmet sınıfta hiç akıllı durmaz, önünde oturan çocuklara kalem batırır, bağırır çağırır hocası Akşemsettin bir şey dediği zaman “Sen bana bir şey diyemezsin. Ben padişahın oğluyum.” diye tehdit ederdi. Akşemsettin artık bu durumdan rahatsız fakat bir o kadar da çaresizdi. Padişahın karşısına bu konu hakkında gitmekten hayâ ediyordu. Padişaha çocuğunu şikâyet etmek düşüncesi ona çok ağır geliyordu. Bir gün artık her şeyi göze alıp padişahın huzuruna çıktı ve olanları ona sıkılarak anlattı. Padişah durum karşısında bir müddet düşündü ve o müthiş planını Akşemsettin’in kulağına usulca açıkladı. Aman yarabbi bu ne plandı, mümkün değildi bu planı uygulamak. Akşemsettin plan konusundaki rahatsızlığını padişaha ilettiyse de padişah onu dinlemedi ve :“Bu iş olacak!” dedi. Ertesi gün Fatih Sultan Mehmet yine derste yaramazlık yapıyordu. Akşemsettin’in uyarısına yine aynı tehdit cevabını verdiği sırada padişah ansızın kapıyı açıp içeri girdi. Bu olay karşısında Akşemsettin hiddetlenerek padişaha bağırdı ve bir tokat atarak, bu şekilde sınıfa giremeyeceğini izin istemesi gerektiğini söyleyerek derhal dışarı çıkmasını istedi. Padişah mahcup bir şekilde boynunu bükerek özür diledi ve dışarı çıktı. Olaylar karşısında Fatih Sultan Mehmet’in nutku tutulmuş ne yapacağını şaşırmıştı. Güvendiği babası tokat yemişti. Fatih Sultan Mehmet allak bullak olmuştu. Az sonra kapı vuruldu ve padişah mahcup bir şekilde içeri özür dileyerek girdi. Plan muhteşem işlemişti.... O günden sonra Fatih Sultan Mehmet asla yaramazlık yapmadı. Çünkü güvendiği dağlar kar almıştı artık... İşte Akşemsettin’in kulağına fısıldanan muhteşem plan,işte çocuk eğitimi. İşte onlar, işte biz.... Koskoca padişah sırf çocuğunu terbiyesi için gözünü kırpmadan tokat yemeği göze almıştı...
  • 12. SAKAT KÖPEK VE ÇOCUK “Satılık Köpek Yavruları” ilanının hemen altında küçük bir çocuğun başı gözüktü ve çocuk dükkân sahibine sordu : “Köpek yavrularını kaça satıyorsunuz?” Dükkân sahibi : “30 dolarla 50 dolar arasında değişiyor fiyatları.” dedi. “Benim 2 dolar 37 sentim var dedi çocuk. Bir bakabilir miyim yavrulara”. Dükkân sahibi gülümsedikten sonra bir ıslık çaldı ve köpek kulübesinden beş tane yumak halinde yavru çıktı. Yavrulardan biri arkadan geliyordu. Küçük çocuk yürümekte zorluk çeken sakat yavruyu işaret edip sordu: “Bunun nesi var?”Dükkân sahibi onun kalça çıkığı olduğunu ve hep sakat kalacağını açıkladı. Küçük çocuk heyecanlanmıştı. “Ben bu yavruyu satın almak istiyorum.” Dükkân sahibi: “Hayır o yavruyu satın alman gerekmiyor. Eğer gerçekten istiyorsan o yavruyu sana bedava veririm” Küçük çocuk birden sinirlendi. Dükkan sahibinin gözlerinin içine dik dik bakarak: “Onu bana vermenizi istemiyorum. O da diğer yavrular kadar değerli ve ben fiyatını tam olarak ödeyeceğim. Aslında şimdi size 2 dolar 37 cent vereceğim ve geri kalanını ayda 50 cent ödeyerek tamamlayacağım.” Dükkan sahibi çocuğu ikna etmeye çalıştı:- “Bu köpeği gerçekten satın almak istediğini sanmıyorum. Bu yavru hiçbir zaman diğer yavrular gibi koşup, zıplayamayacak ve seninle oynayamayacak.” Bunun üzerine küçük çocuk eğildi, pantolonunu sıvadı ve büyük bir metal parçasıyla desteklediği sakat bacağını dükkan sahibine göstererek: “Ben de çok iyi koşamıyorum ve bu yavrunun kendisini çok iyi anlayacak bir sahibe gereksinimi var” dedi..
  • 13. KERTENKELE Japon mimarlarından biri evini baştan aşağı yeniliyordu. Tamirat esnasında söktü...ğü kapılardan birinin duvarla irtibatlı bölümünde, iç kısmında, iki tahta arsında sıkışıp kalmış bir kertenkele buldu. Biraz daha dikkatle bakınca kertenkelenin canlı olduğunu fark etti. Onu oradan kurtarmaya çalışırken bu kez kertenkelenin bir ayağından du.vara çivilenmiş olduğunu gördü. On yıl önce yapılan eve kapısı takılırken dışarıdan çakılan bir çivi, o an kapıyla duvar arasında bulunan kertenkelenin ayağına isabet etmiş olmalı diye düşündü Japon mimar. Peki, nasıl olmuştu da bu kertenkele, bir santim boyu bile kıpırdayamadığı bu karanlık duvar boşluğunda on yıldır canlı kalmayı başarmıştı? Mimar, tamirat işlerini bir kenara bırakarak kertenke- leyi izleme ye başlı. Bu kertenkelenin sadece havayla beslenmediğine göre, bunca yıl yaşamını nasıl sürdürebildiğini merak ediyordu. Bir süre sonra duvar boşluğunda bir hareket oldu. Japon mimar, nereden çıktığını fark edemediği başka bir kertenkelenin geldiğini gördü. Gelen kertenkele, yerinden kıpırdayamayacak halde olana ağzında yiyecek taşıyordu. Bu kertenkele diğerinin belki annesiydi, belki eşi, belki de arkadaşı Kim bilir? Ama bilinene bir şey var ki aralarındaki güçlü sevgi, birinin bıkıp usanmadan diğerini hayatta tutabilmek için ona yiyecek taşımsına neden olmuştu.
  • 14. E-POSTA Uzun süre işsizlikten sonra, genç adam Microsoft şirketinde temizlikçi olarak işe kabul edilmişti. Personel müdür yardımcısı, işe giriş işlemleri için birkaç belge getirmesi gerektiğini söyleyip ekledi: "Bana e-posta adresinizi verirseniz" dedi. "Size getirmeniz gereken belgelerin listesini gönderirim." Temizlikçi adayı, boynunu büktü: "Benim e-posta adresim yok, efendim" dedi. "Çünkü henüz bir bilgisayarım bile yok." Microsoft yetkilisi bu cevaptan hiç memnun kalmamıştı. "Bir e-posta adresiniz olmadığına göre, Microsoft gibi bir şirkette çalışmaya hak kazanamayacağınızı söylemek zorundayım. Sizi işe almamız mümkün değil!" İş bulma sevincini bir anda yitiren adam, tüm serveti olan on dolarıyla ne yapacağını kara kara düşünerek Microsoft binasından ayrıldı. Bütün parasıyla domates satın aldı, sonra da kapı kapı dolaşarak bunları satmaya başladı. Akşam olduğunda serveti bir kat artmış, cebindeki 10 dolar, 20 dolara çıkmıştı. Adam bu işi üç gün üst üste yaptıktan sonra servetinin 160 dolara yükseldiğim görünce, bundan böyle geçimini domates alım satım işinden sağlamaya karar verdi. Her sabah, evden biraz daha erken çıkıyor, biraz daha geç dönüyor ve parasını ise her gün bir kat daha artırıyordu. Kısa bir süre sonra işini daha da büyüttü. Önce bir el arabası, daha sonra bir kamyon satın aldı. Aradan beş yıl geçtiğinde, genç iş adamı eyaletin en büyük gıda dağıtım şirketlerinden birini kurmuştu. Bir gün hem şirketi, hem de kendisini ve ailesini sigortalamaya karar verdi. Sigorta poliçesini hazırlayan acente görevlisi, gerekli kâğıtların doldurulmasından sonra ondan e-posta adresini istedi: "Bize e-posta adresinizi verirseniz, hazırlayacağımız ödeme planını size gönderirim" dedi. Büyük iş adamı omuzlarını kaldırarak cevap verdi: "Benim e-posta adresim yok ki!" Duyduğuna inanamayan sigortacı, başını masanın üstündeki kâğıtlardan kaldırdı ve adama hayran hayran bakarak: "Çok ilginç, e-posta adresiniz olmadığı halde bu kadar büyük bir şirketin sahibisiniz" dedi. "Ya bir de e-posta adresiniz olsaydı? Kim bilir o zaman ne olurdunuz?" Adam, buruk bir gülümsemeyle: "Ben ne olacağımı çok iyi biliyorum" karşılığını verdi, "Microsoft şirketinde temizlikçi!"
  • 15. AMERİKA'DA ÜNLÜ BİR AVUKATIN KAYBETTİĞİ TEK DAVA Ünlü bir futbolcu karısını öldürmekle suçlanıyordu. Futbolcu yakalanmıştı. Ama karısının cesedi ortada yoktu. Duruşma Amerikan filmlerindeki gibiydi. Futbolcu sanık sandalyesinde oturuyordu. Kucak dolusu parayla tuttuğu avukatı jüriyi ikna etmeye uğraşıyordu: "Sayın jüri üyeleri, müvekkilimin suçsuz olduğuna yürekten inanıyorum. Buna az sonra sizler de inanacaksınız. Neden mi? Bakın, şimdi 1' den 10' a kadar sayacağım ve müvekkilimin öldürdüğü iddia edilen karisi bu kapıdan içeri girecek... 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10..." Bütün jüri kapıya döndü. Kimse girmedi içeri. Avukat bir savunma dahisiydi, öldürücü hamlesini yaptı : "Bakın, siz de kadının öldüğüne inanmıyorsunuz. Çünkü hepiniz içeri girecek diye kapıya baktınız. İşte kararı buna göre vermenizi talep ediyorum." Ancak jüri ünlü futbolcuyu suçlu bulduğunu bildirdi ve dava bu şekilde sonuçlandı. Mahkeme çıkışında avukat, bayan jüri başkanına yaklaştı: "10' a kadar saydığımda siz de diğer üyeler gibi kapıya bakmıştınız. Neden böyle bir karara imza attınız?" "Doğru" dedi jüri başkanı; "Ben de kapıya baktım, ama müvekkiliniz kapıya bakmıyordu!.."
  • 16. RAHATSIZ MI ETTİM OĞLUM? Evin telefonu sabaha karşı üç buçukta çaldı..Uyku sersemi adam telefonu açtı.Telefondaki ses annesine aitti. Telaşlandı, korktu başlarına bir şey mi gelmişti acaba diye endişelendi. Annesi “Nasılsın oğlum, iyi misin?' diye sordu. Oğlu şaşkın bir ifadeyle 'iyiyim anne hayırdır bir şey mi oldu? Siz iyi misiniz?' dedi. Annesi 'Biz iyiyiz bir şeyimiz yok. Sadece sesini duymak istedim.' dedi.Oğlu da 'Anne bunun için mi aradın! Saat sabahın üç buçuğu yarın da konuşabilirdik' deyince, annesi de: 'Rahatsız mı ettim oğlum?' dedi.Oğlu: 'Evet anne rahatsız ettin!' diyerek hiddetli bir şekilde cevap verdi. Bunun üzerine annesi; '25 Sene önce sen de beni bu saatte rahatsız etmiştin oğlum,“Doğum günün kutlu olsun!” der.. Telefonu kapatır.
  • 17. HUYSUZ HASTA Dr. Paul Ruskin, öğrencilerine yaşlanmanın psikolojik belirtilerini öğretirken onlara şu olayı okur: “Hasta ne konuşuyor, ne de söylenenleri anlıyor. Bazen saatlerce anlaşılmaz şeyler geveliyor. Zaman, yer ya da kişi kavramı yok. Yalnız, nasıl oluyorsa, kendi adı söylendiğinde tepki veriyor. Son altı aydır onun yanındayım, ne görünüşü için bir çaba sarf ediyor ne de bakım yapılırken yardımcı oluyor. Onu hep başkaları besliyor, yıkıyor ve giydiriyor. Dişleri yok, sacları yok, yiyeceklerin püre halinde verilmesi gerekiyor. Gömleği salyalarından dolayı sürekli leke içinde. Yürümüyor. Uykusu sürekli düzensiz. Gece yarısı uyanıp çığlıklarıyla herkesi uyandırıyor. Çoğu zaman mutlu ve sevecen, fakat bazen ortada bir sebep yokken sinirleniyor. Biri gelip onu yatıştırana kadar da feryat figan bağırıyor.” Bu olayı okuduktan sonra, Ruskin öğrencilerine böyle birinin bakımını üstlenmek isteyip istemediklerini sorar. Öğrenciler bunu yapamayacaklarını söylerler. Ruskin, kendisinin bunu büyük bir zevkle yaptığını ve onların da yapması gerektiğini söyleyince öğrenciler şaşırırlar. Daha sonra Ruskin hastanın fotoğrafını dolaştırmaya başlar. Fotoğraftaki doktorun 1 yasındaki küçük kızıdır ve çok tatlıdır.
  • 18. MECNUN İLE NAMAZ KILAN FANİ Bir gün Mecnun çölde Leyla'yı düşünerek gezerken ; namaz kılan bir faninin önünden geçer...Namazı bitirdikten sonra fani: - Ey Mecnun beni görmüyor musun da namaz kılarken önümden geçiyorsun?   Mecnun: - Ey fani ben Leyla'yı düşünürken Seni görmedim, sen Mevla'yı düşünürken beni nasıl gördün?
  • 19. KARAKTERİN ÖNEMİ Sınıfa ders vermek için giren öğretmen, öğrencilerin gürültüsü ve patırtısı ile karşılaşır. Çantasını masaya bırakan öğretmen tahtaya yönelir. Tahtaya kocaman bir “1” rakamı yazar. “Bakın!” der, “Bu bir kişiliktir. Hayatta sahip olabileceğiniz en değerli şey… Sonra “1” rakamının yanına bir sıfır koyuyor. “Bu başarıdır. Başarılı bir kişi, biri on yapar.” Sonra tahtaya bir sıfır daha ekler. “Bu tecrübedir.   Tecrübe kazanarak on iken yüz olursunuz.” Sıfırlar böyle uzayıp gidiyor: Yetenek, disiplin, sevgi… Eklenen her yeni sıfırın kişiliği on kat zenginleştirdiğini anlatır hoca… Sonra eline silgiyi alıp en baştaki “1” rakamını siliyor. Geriye bir sürü sıfır kalıyor. Ve hoca taşı gediğine koyar: “Kişiliğiniz yoksa, öbürleri hiçtir.”
  • 20. TAŞIN OĞLU İbn-i HacerAskalânî, bin küsür sene önçe yaşamış, ciltlerce eser bırakmış büyük bir İslam alimidir. Küçükken okumak için Bağdat’a gitmiş. Bir müddet sonra anlatılan derslerin zor olduğunu ve bu işi yapamayacağını düşünerek, memleketine geri dönmeye karar vermiş ve yola koyulmuş.Dönüşte hayli yorulmuş, dinlenmek üzere bir mağaraya girmiş ve uzanıp uyumuş.   Bir süre sonra, “şıp, şıp, şıp” sesleri ile uyanmış. Bir de bakmış, mağaranın tavanından yere su sızıyor. Tabanda bulunan taşın üstüne damlıyor. Yumuşak su, damlaya damlaya taşı oymuş, oyuğa su birikmiş, birikinti üzerine düşen damlalar, “şıp,şıp,şıp” diye ses çıkarıyor.Düşünmüş:   “Su damlacıkları ne kadar yumuşak; taş ise ne kadar sert. Su, damlaya damlaya taşı oyuyor. Benim kafam bu taştan daha sert değil, sabırla çalışırsam derslerimi başarabilirim.” Yoldan geri dönmüş ve tahsilini tamamlamış.   İbn-i Hacer, “Taşın oğlu” demek. Taştan ders alan Askalanlı bu büyük alim, sabırla ve azimle çalışmış, bugün de faydalanılan ciltlerce eserler yazmıştır